Geçtiğimiz yıl Türkiye’nin İsveç’e ihracatı da yüzde 8,3 artmış. Yani bu iki ülke arasındaki ilişkiler IKEA ve reçelli köfteden ibaret değil. Hoş, onun da hikâyesi iki halk arasında üç asırdır devam eden ekonomik ve diplomatik ilişkilerde saklı. Türkiye ekonomisine yaptığı katkıdan bihaber olduğumuz İsveç Krallığı’nın Türkiye’deki Ticaret Komiseri ve Business Sweden Türkiye ve Avrasya Direktörü Dr. Mattias Lindgren’la sohbetimizde iki ülkenin ekonomik ilişkilerinin köken ve dinamiklerinin yanı sıra yatırım trendlerini ve potansiyel alanlarını konuştuk. Sinem Arslan’la sohbetinden.Lindgren’le sohbetimiz elbette yemekle, İsveç köftesine duyduğumuz ortak sevgiyle başladı. Türkiye’nin İsveçliler için yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel açıdan da etkileyici bir merkez olduğunu belirten Lindgren gülümseyerek “İsveç mutfağındaki meşhur köftenin kökeni Osmanlı’ya dayanıyor. Bilyorsunuz İsveç’in en meşhur yemeklerinden biri Türkiye’den gelme.” diyor. Konu buradan açılınca ben de tarihçi şapkamı masaya koymaktan geri durmuyorum ama konumuz iki ülke arasındaki diplomatik ve ekonomik ilişkiler. Odağımdan sapmıyorum. 300 yıl geriden başlıyoruz tarih makarasını sarmaya. İsveç ve Rusya Krallıkları arasındaki Büyük Kuzey Savaşı’nın 1709’da gerçekleşen Poltava Muharebesi’nde İsveç Kralı XII. Karl Rusya karşısında ağır bir yenilgi alır. Kral bine yakın adamıyla birlikte Osmanlı topraklarına sığınır. Bizlerin Demirbaş Şarl olarak bildiği kral 1914’e kadar bugünkü Moldova sınırlarında kalan Bender ve Edirne çevresinde ikamet eder. İlk kez birbirine temas eden bu iki halkın etkileşiminden, hepimizin IKEA restoranlarında reçele batıra batıra yemeyi sevdiği İsveç köftesi başta olmak üzere neler neler çıkar. Temas eden canlar ve tatlar değildir elbet. 18’inci yüzyılda başlayan diplomatik ve ekonomik ilişkiler 19’uncu yüzyılda konsolosluklar ve karşılıklı koruma anlaşmalarıyla kurumsallaşır ve gelişir.Üç yüz yıldır devam eden bu yoldaşlık 21’inci yüzyılın ilk günlerinde, Dünya Harbi’nin her bir ülkeyi yeniden doğurduğu süreçte ikinci aşamaya geçer. 18 Aralık 1923’te İsveç genç cumhuriyeti tanır. 1924’te karşılıklı büyükelçiliklerin açılmasıyla bu tarihten itibaren iki ülke arasındaki ilişkiler kaldığı yerden devam eder. 1930’larda iki ülke arasında ticaret daha da gelişir. Türkiye sanayi ürünleri ve makine ithal ederken İsveç’e de tarım ürünleri ihracatı başlar. 1950’lere geldiğimizdeyse her ne kadar Türkiye ithal ikameci sanayi politikalarıyla ilerlese de Volvo ve Ericsson gibi İsveçli markalar Türkiye pazarına girer. 1980’lerde Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine geçişiyle daha fazla İsveç menşeili firma Türkiye’ye gelir. Asıl dönüm noktasıysa 1995’te Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin Gümrük Birliği’ne dahil olmasıyla gerçekleşir. Böylece İsveçli firmaların Türkiye pazarına erişimi kolaylaşır, sayıları artar.İstanbul şubesi 1991’de açılan İsveç Dış Ticaret ve Yatırım Ajansı Business Sweden, bugün İstanbul’da iş yapan 140’ı aşkın şirkete yol gösteriyor. 2024’te yaklaşık $3,6 milyara ulaşan ticaret hacminde Türkiye’nin payına $1,58 milyar düşüyor. Başlıca ihracat kalemleri arasındaysa raylı sistemler hariç $276,64 milyonla taşıtlar, $248,71 milyonla makine ve kazanlar, $211,45 milyonla da hazır giyim ürünleri bulunuyor. İsveç’in Türkiye’ye yaptığı ihracatsa neredeyse $2,03 milyara ulaşmış. Özellikle $355,55 milyonla demir ve çelik ürünleri ipi göğüslüyor. $337,47 milyonla raylı sistemler hariç taşıtlar ikinci sıradayken makine ve kazanlarsa $331,28 milyon seviyesinde. Bu rakamlara bakınca iki ülke arasındaki ticaretin ne denli güçlü ve büyümeye açık olduğunu görüyoruz. Üstelik önümüzdeki dönemde bu ticaret hacminin $5 milyarın üzerine çıkması bekleniyor.Gönüllerdeki TürkiyeLindgren’e göre Türkiye İsveçli yatırımcılar için stratejik bir merkez. Sürekli büyüyen genç nüfus, İsveçli şirketlerin Türkiye’ye yatırım yapması için oldukça büyük bir etken. “Türkiye’de büyük ve hâlâ büyümekte olan bir iç pazar var. Özellikle İstanbul Orta Doğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’ya açılan bir bölgesel merkez.” diyor. Türkiye’nin 1995’ten beri Gümrük Birliği’nde oluşu çok yönlü lojistik altyapısıyla birleşince, İsveçliler için güçlü bir ortak kılıyor. Tabii Türkiye’nin cazibesini artıran yalnızca coğrafi konumu ve nüfusu değil. Lindgren “Türkiye’nin üretim altyapısı Avrupa’da çok az ülkede bulunabilecek güçte. Ayrıca yenilikçilik, Ar-Ge yatırımları ve eğitime yapılan yatırımlar da dikkat çekici.” diye ekliyor. Yerel OrtaklıklarLindgren Türkiye’deki girişimcilik potansiyelinin İsveçli yatırımcılar için henüz tam keşfedilmediğini söylese de özellikle yerel iş ortaklıklarının önemine dikkat çekiyor: “Türkiye’de başarılı olmak isteyen küçük ve orta ölçekli firmaların mutlaka yerel iş ortaklarına ya da kültürü bilen bağlantılara ihtiyacı var. Bu başarı için kritik.” Ayrıca direktör halihazırda Türkiye’deki şirketlerle ortaklıklar kurarak faaliyet gösteren İsveçli şirketlerin varlığına ve iki ülkenin de ekonomik kalkınmadaki potansiyeline dikkat çekiyor. Öne Çıkan SektörlerLindgren’in söylediğine göre İsveçli yatırımcıların Türkiye’de en çok ilgi gösterdiği alanların başında üretim, otomotiv, bilgisayar teknolojileri, inşaat mühendisliği ve EPC (Mühendislik, Tedarik ve İnşaat) hizmetleri geliyor. Direktör Türkiye’nin Avrupa’daki en büyük müteahhitlik şirketlerine ev sahipliği yapmasının İsveçli şirketlerin nazarı dikkatinden kaçmadığını belirtiyor ve sözlerine şu şekilde devam ediyor: “İsveçli ihracatçılar için bu firmalarla işbirliği özellikle Afrika gibi büyük potansiyele sahip üçüncü pazarlarda fırsatlar sunuyor.”Business Sweden’in RolüKonsoloslukla yakın işbirliği içinde olan ve yarı özel-yarı kamusal yapısıyla Business Sweden, Türkiye pazarında faaliyet gösteren İsveçli şirketlere yol gösteriyor. Pazar analizlerinden stratejik danışmanlığa farklı açılardan firmaların Türkiye’deki yolculuklarını destekleyen bu yapı aynı zamanda bir “kuluçka platformu” olarak da işlev görüyor.“Türkiye’de başarılı olmak isteyen küçük ve orta ölçekli firmaların mutlaka yerel iş ortaklarına ya da kültürü bilen bağlantılaraihtiyacı var.” Lindgren’in buradaki rolüyse klasik diplomatlardan farklı çünkü kendisi de girişimcilik kumaşı taşıyanlardan. “Diplomatlar genelde ya bu alanda eğitim almış oluyor ya da diplomat bir aileden geliyor. Benim yolum farklıydı. Girişimcilikten geldiğim için meseleye hep iş perspektifiyle yaklaşırım. Eğer pozitif ve pragmatik olmazsanız bu dünyada ayakta kalamazsınız.” diyor.Kariyer yolculuğu onun Türkiye’deki rolünü daha da anlamlı kılıyor. Bürokratik çerçevenin ötesine geçen bir bakış açısıyla İsveçli şirketlerin Türkiye’de karşılaştığı engellerle mücadelelerinde yardımcı oluyor. “Şirketlerin ihtiyaçlarını biliyorum. Onların başarısı aynı zamanda bizim başarımız.” derken diplomasinin devletler arası ilişki kadar iş dünyasıyla kurulan doğrudan, çözüm odaklı bir ortaklık zemini olduğunun da farkında. Ortaklık İçin Doğru ZamanGörüşmemizin bitirirken Lindgren iki ülke arasındaki ilişkilerde “pozitif bir ivme” olduğunu belirtti. Girişimcilik ruhu ve ekonomik potansiyel göz önüne alındığında Türkiye-İsveç hattı daha çok ticari, diplomatik ve kültürel yakınlaşmalara sahne olacak. Kim bilir, belki bir üç yüz yıl sonra bu yazıyı okuyanlar için bambaşka bir lezzettin hatrı olur.