Mutluluk… Artık dayatılan bir duygu. Kimse mutsuz olmak istemez elbette. Ama mutlu hissetmek zorunluluk olarak önümüze fırlatılınca her anı anlamlı yaşamak istercesine hareket eden bir güruh oluştu. Bir sohbette fotoğraf sanatçısı arkadaşım Gökhan Çelebi bana şöyle bir düşüncesinden bahsetti:“Adamın biri bilgeye şöyle der: “Ahh ah. Çok dertliyim.” Bilgenin cevabı “Hiç mi soğuk su içmedin?” olur. Bu repliği “Küçük mutlulukların değerini bilmeliyiz” düşüncesiyle okuduysanız erken davrandınız. Konu çok daha derin. Neden mi? Bir soruyla başlayalım. Temel ekonomi prensibi nedir? Fiyat ve değer, ihtiyaç ve fayda arasındaki ilişkidir. Yani arz-talep ilişkisi her şeyin değerini belirliyor. Çölde susuz kalan kimse altın aramaz, değil mi? Bir şeyin değerini de insan ancak ne istediğini bildiğinde anladığından günümüzde mutluluk hiçbir şekilde tanımlanamıyor. Mutluluk çıtası artık çok yukarıdaNasıl ki günümüzde alt gelir gruplarına zenginlik ulaşılması gereken bir hedef olarak sunulduysa eğitimli kitlelere de sevginin tükenmişliği empoze edildi. Bu yüzden kimse gerçekte ne istediğini bilmiyor, bilemiyor.Hele ki iş hayatında başarı ulaşılması gereken mecburi bir hedef olarak gösterildiği için mutluluğun da buna bağlı olduğu algısı başarısızlık fobisini beraberinde getiriyor. Fakat kimse bunun farkında değil. Günümüzde insanlar mutluluğu meta üzerinden tanımlıyor ve karşısındakini nesneleştiriyor. Özellikle de iş dünyasında profesyonellik yalnızlık ve duygusuzlaşmayla anılıyor. Bu şekilde iş hayatında ileriye doğru yol alınabiliyor. Yüklerden, sorumluluklardan ve bağlardan arınmış, hafiflemiş şekilde…Tek kriter oluşmuş sanki: Başarının mutluluğa eşit olduğu düşünülüyor. Peki sanılanın aksine başarı nedir? İzlediğim bir videoyla açıklamaya çalışayım: Zengin ve başarılı bir iş insanıyla röportaj yapılıyor. Gazetecinin “Başarı nedir?” sorusuna ”Çocuklarınızın büyüdüklerinde sizinle vakit geçirmek istemesi başarıdır.” diye cevap veriyor bu lider. İçinde çok farklı bileşenleri barındırsa da sanırım bu cevabın özeti denge. Aslında o çıta başımızın üzerinde değil ayaklarımızın altında. Yaptığımız her hata sonunda ders almak yerine kendi karşımıza geçip, zorba ebeveynler gibi çocuk kulağımızdan tutup, kırılmış vazoyu göstererek “Bak yaptığını beğendin mi?” sitemiyle içimizdeki hata yapma korkusunu daha da derinleştirmesek… Mesela kimi zaman mecburen, inşa ettiğimiz düzenin bozulmasından korkup mutsuzluğumuzun esiri ve de bağımlısı olmasak… Suçu hep geçmişimize atıp, mutluluğa gereğinden fazla önem verdiğimiz için peşinde koşturulup aranan o mutlu günlerin telaşında olmasak… Daha vasat günlerin bile değerinin bilinmemesi nedeniyle mutluluğu ıskalayıp vasat kaldığımızı fark edebilsek keşke…”O zaman o çıtanın üzerinde dengede yürümez miyiz? Gökhan’ın bu haklı yorumunun ardından, işyerlerindeki mutlululuk dayatmasına yaklaşımımız nasıl olabilir kısmını da ben dile getirmek istedim.Mutlu Çalışan Mutlu İşyeri SorunsalıSon yıllarda popüler hâle gelen mutlu çalışanlar önermesi, biraz da ne istediğimizi bilmememiz nedeniyle tehlikeli ve faydasız. Geçtiğimiz yıl Yapı Kredi Teknoloji çalışanı mobbing iddiasıyla intihar etti. Ardından Türk Hava Yolları iştiraki olan TGS personeli benzer şekilde yaşamına son verdi. Bu yıl da LC Waikiki çalışanı aynı gerekçeyle intihar etti. Çalışanların daha az hastalanması, stresin düşmesi veya işten çıkma oranının azalması gibi olumlu etkilerin azalması, çalışanların mutlu ve iyi hissetmesiyle aynı şey değil. Çalışan memnuniyeti, çalışanların refahıyla veya kurumunuz tarafından önemsendiklerini hissetmeleriyle de aynı şey değil. Verimlilik, her bir kişinin işyerinde kendini iyi hissetmesinin bir sonucu olabileceği gibi yüksek iş baskısının yansıması da olabilir. Mutlu çalışandan ziyade yaşam kalitesi yüksek çalışanlar ve işyerleri yaratmak daha öncelikli olmalı. Bu sürdürülebilirliğin bir gereği. Bunu yapmak için şirketlerin en çok hangi etkiyi oluşturmak istediği ve bunu nasıl bir deneyim yaratarak yapacağı konusunda net olmaları gerekir. Bu da çalışanların en çok neye değer verdiği ve yaşam kalitelerini artıracak deneyimi en çok nelerin yansıtacağı konusunda açık bir sohbetin ve stratejik iletişim planlamasının varlığını gerektirir.Yalnızca mutluluğa odaklanmak yarardan çok zarar verir. Mutluluğa bir işyerinde ne kadar fazla değer verilirse hayal kırıklığı olasılığı da o kadar artar. Mutluluk gerçekten bir hedef değil soyut bir duygudur. İşyerinde mutluluğa aşırı vurgu yapılmasının yarattığı en ciddi sorun insanları gerçekten hissetmedikleri hâlde mutluymuş gibi davranmaya teşvik etmesidir. Zira her zaman mutlu olma beklentisi gerçekçi değildir. Hayatın trajedilerle dolu olduğunu hatırlamamız, mutlu çalışan ya da mutlu işyeri baskısının ne derece zararlı olabileceğini daha iyi kavramamızı sağlar. İş hayatı, tıpkı hayatın kendisi gibi pek çok duyguyu hissettirir. Eğer işiniz size anlamsız geliyorsa belki de gerçekten anlamsız ve sıkıcıdır. Aksini söylemek olumlu düşündürme çabalarına yönelmek, durumu daha da kötüleştirir. Bunun en önemli örneklerinden biri de mutluluk önermesinin toksik iş kültürü yaratması olarak ortaya çıkmasıdır. Tıpkı Volkswagen emisyon skandalında olduğu gibi…Öyleyse işletmeler ne yapmalı? Çalışanların yaşam kalitelerini artıracak modellemeler doğrultusunda hareket etmek, hem stratejik hem planlı hareketi sağlayacaktır.Köşe yazarları tarafından burada paylaşılan görüşler, incturkiye.com’a değil, yazara aittir.Çok daha fazlası için Inc. Türkiye bültenlerine kaydolun.(*) Bu yazının çevirisinde Türk okura hitap etmek için birtakım değişiklikler yapılmıştır.