Hepimiz doğuştan hikâye anlatıcısı olduğumuzdan hikâye anlatıcılığı bize kayda değer bir eylem gibi gelmez. Oysa işin ehli olup hatırı sayılır hikâye anlatıcısı olmak ne zor zanaattır. Tam da bu yüzden Harvard’da yöneticilik seviyesinde hikâye anlatımı ve sunum becerileri üzerine bir ders vermeye başladım. Dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilere hikâye anlatıcılığının yüzyıllar boyunca dil ve kültürler arasında aktarılarak bugüne gelen güçlü bir beceri olduğunu hatırlatmayı seviyorum.Derste hikâye anlatma becerisi geliştirecek belli başlı taktikleri derinlemesine işlesem de öğrencilerin çoğu işin nasılından önce nedenini öğrenmek istiyor. Aslına bakarsanız bu talep son derece anlaşılır. Çünkü pekçok kişi iş arkadaşları ve yöneticilerinden “hikâye anlatma becerisini” geliştirmesi gerektiğini duysa da çok azı bu ihtiyacın nedenini öğreniyor.Bilimsel olarak hikâye anlatıcılığı üzerine ciltlerce ansiklopedi yazabiliriz. Hatta kesin bir akademisyen yapmıştır da… Peki insan beyninin hikâyeye yatkınlığının nedenlerini anlatabildik mi? Nedenleri kavrayınca öğrenmeye iyice hevesleneceksiniz. Hatta bu satırları okuduktan sonra en azından ortamlarda paylaşıp hava atacağınız bilgiler edinmiş olacaksınız.1. Ateş Başında Toplanma Adeti İnsanlık tarihinin önemli dönüm noktalarından biri ateşin keşfiydi. Böylece insanlar yemek pişirip yırtıcı hayvanlardan ve soğuktan korunabilir hâle geldi. Son zamanlarda antropologlar ateşin, insanlığın ilerlemesi üzerindeki bambaşka bir etkiyi irdeliyor: Kamusal alanı yaratan kıvılcım. Doğru tahmin ettiniz. Kabile üyeleri akşam yaktıkları ateşin başına geçip o gün ne yaptıklarını birbirine anlatıyor. Bu bazen bir hayvanı nasıl yakaladıkları, bazen de kabile içerisindeki olaylara dair bir tartışma olabiliyor. Böylece kamusal alanın ilk nüveleri oluşmuş gibi görünüyor. Atalarımız anlattıkları hikâyelerle bilgilerini paylaşıp birbirlerini eğitti. Dış dünyayı keşfedecek merak tohumlarını ektiler. Teknoloji gelişip iletişim araçlarımız değişse de beynimiz pek de değişmedi. Kadim içgüdülerimiz hâlâ kampta veya lüks bir restoranın bahçesinde yanan ateşin etrafında hikâyeler anlatıp dinlemekten keyif alıyor. İtiraf edelim, hepimiz hikâye dinlemeyi seviyor ve mahir anlatıcılara hayranlık duyuyoruz, değil mi?2. Zihinlerin Birleşmesi Hikâye anlatımı üzerine bilimsel yazın 2010 yılında The Journal of Neuroscience’da yayımlanan bir makaleyle hız kazandı. Princeton Üniversitesi’nde araştırmacı olan yazar Uri Hasson, deneklerin hikâye anlatımıyla tetiklenen beyin aktivitelerini ölçmek için manyetik rezonans görüntüleme sistemi kullandı. Saha çalışmasında, hikâye anlatıldıkça anlatıcı ile dinleyici arasında yoğun bir sinirsel bağ oluştuğunu keşfetti. Öyle ki sanki iki zihin birleşiyordu. Bu ne demek biliyor musunuz? Hikâyeyi anlatanla dinleyen arasında hiçbir PowerPoint slaytının yapamayacağı bir bağ oluşuyor. 3. Kimyasal Bağlayıcı Hasson’un laboratuvarından kilometrelerce uzaktaki Los Angeles’ta, hikâye anlatımının beyinde meydana getirdiği kimyasal reaksiyonu araştıran bir bilim insanıyla konuştum. Dr. Paul Zak duygusal bir hikâyenin bağlanma, güven, empati ve şefkat yarattığı için genellikle aşk hormonu olarak adlandırılan nörokimyasal oksitosin hormonunun salınımını tetiklediğini söylüyor. Zak beynimizin sürdürülebilir dikkat konusunda oldukça yetersiz olduğunu ileri sürüyor. Zaten tam da bu yüzden insanların dikkatini ve ilgisini çekebilecek her türlü stratejiyi denemeliyiz. En etkilisinin hikâye anlatmak olduğunu da unutmayın çünkü kelimenin tam anlamıyla bunun için yaratıldık. Bu yüzden konuşma yapacağınız kürsüde sunumunuzu açmadan önce kendinize “Hangi hikâyeyi anlatmak istiyorum?” diye sorun. Hikâyeyi tamamlamak için her zaman slaytlara başvurabilirsiniz, ama bilin ki hiç kimse bir sunumla bağ kurmaz. Aksine dinleyiciler, hikâyelerimizle paylaştığımız deneyimler üzerinden bağ kurar.Orijinal yayın tarihi: 27 Ekim 2023Köşe yazarları tarafından burada paylaşılan görüşler, incturkiye.com’a değil, yazara aittir.Çok daha fazlası için Inc. Türkiye bültenlerine kaydolun.