2024 yazı hem Avrupa Futbol Şampiyonası hem de Olimpiyat Oyunları’yla milyarlarca insanın unutamayacağı bir sayfa olarak tarihte yerini alacak. Almanya ve Fransa gibi eski kıtanın görkemli sahnelerinin ev sahipliği de bu organizasyonların gördüğü küresel ilgide önemli bir etken. Muhtemelen bu yaz, pandemi sonrası en azından psikolojik açıdan insanlığın normalleşmeye en çok yaklaştığı günlere tanıklık edeceğiz. Pek çok başka endüstri gibi spor da yapay zekâ ve veriselleşme trendlerinin hızla yaygınlaştığı bir sektör. Saha içi ve saha dışı performans ve süreçlerin tasarımı, yönetimi ve optimizasyonunda veriye dayalı karar alma yöntemleri sürekli artıyor. Sporcu gelişimi, performansı ve sağlığı için olduğu kadar izleyici deneyimi ve spor ekonomisinin büyümesinde de veri bilimi ve teknolojileri son derece önemli. Yani veri sadece spor ürünlerini değil tüketici deneyimi ve endüstriyi de biçimlendiren bir faktöre dönüşüyor. Spor yayıncılığında artan veri görselleştirme uygulamaları, müsabaka izleyiciliğine ek olarak müsabaka okuyuculuğu da diyebileceğimiz bir tüketim biçimini ortaya çıkardı. Hatta günümüzde pek çok tüketici canlı müsabaka yayınlarından ziyade özet görüntüler ve sayısal performans analizlerinin sunulduğu içerik ve istatistikleri tercih ediyor. Bu verisellik eğilimi spor kültürüne de sirayet etmiş durumda. En büyük kim tartışmaları (GOAT debate) sporun olmazsa olmazlarından. “Michael Jordan mı büyük, Lebron James mi?”, “Messi mi, Ronaldo mu?”, “Serena Williams mı, Steffi Graf mı?”, “Federer mi, Nadal mı?” gibi sorulara verilen yanıtlarda istatistiğin çoğunlukla estetiğin önüne geçtiğini görüyoruz. Özellikle de yeni neslin büyüklük kavrayışında salt sayılara referans veren bir eğilim mevcut. Peki büyüklüğü sayılardan ibaret kabul ettiğimizde ihtişamı gözden kaçırmıyor muyuz? İlham ve hayranlık gibi yaratıcılığın en önemli çıktıları bu yeni öngörülebilirlik çağında ne anlam taşıyor? Maradona’nın, Zidane’ın ya da Fenomen Ronaldo’nun yer almadığı bir büyüklük tartışması futbolun kitleler üzerindeki etkisini ne ölçüde yansıtıyor? Optimize bir vasatlık çağına mı giriyoruz?Optimizasyonun dayandığı istatistikler sistemlerin sapma miktarını daraltmak ve çıktıyı maksimize etmek üzerine kurgulanır. Tekrarlı ve otomatize sistemler için bu çok da anlaşılır. Peki insan yaratıcılığına ve yeteneğine ihtiyaç duyulduğunda böylesine dar bir sapma toleransı, sıradışı yeteneklerin ve performansların oluşmasına ne kadar alan bırakır? Hata yapmaktan korkmamak, denenmeyeni denemek, risk almak gibi zaman zaman irrasyonel eğilimlere alan bırakılmadığında büyük sıçramalar sağlamak ne kadar mümkün? Modern spor dünyası koşu mesafeleri, şut ve pas yüzdeleri, topa sahip olma oranları gibi pek çok istatistiği altın kural gibi ele alıyor. Ne var ki istatistikler genelde ortalamalar üzerinden çalışan formüllere dayanıyor. Yapay zekâ ve makine öğrenmesi protokollerini sistemlere entegre ederken büyük verilerde karşılaştığımız ortalamaya doğru regresyon etkisini gözden kaçırmamak gerekiyor. Devam etmekte olan 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda özellikle de favori takımların mekanik, optimize ve bir o kadar sıkıcı performansları veri zengini bu dünyada yaratıcılığın yerini tüm futbolseverlere sorgulatıyor. Her alanda bunca yatırım ve heyecan yaratan algoritmaların uzun vadede bizleri optimize bir vasatlığa hapsetme tehlikesine karşı dikkatli olmak zorundayız.Efsanevi pilot Ayrton Senna’nın ölümünden günümüze kadar geçen otuz yılda, Formula 1’in dönüşümüne bakmak bu noktada fikir verebilir. Yıllar içinde Lauda, Prost, Senna, Schumacher gibi şahsına münhasır, risk alan, çılgın ve tutkulu sürücülerin yerini temkinli, istikrarlı, soğukkanlı sürücüler ve onların kullandığı kusursuza yakın makineler aldı. Ne var ki takımların ve araç teknolojilerinin hâkim olduğu bu dönemde, F1 önemli bir popülarite kaybetti. Yetenek ve öngörülemezliğin geri planda bırakılıp teknoloji ve öngörülebilirliğin öne çıktığı bu yapıda F1 ikonik personalar ve sadık taraftarlar yaratmakta zorlandı. Bunun fark edilmesiyle birlikte F1 yönetimi insan faktörünü yeniden ön plana çıkarmak için yarışma kurallarını güncellemekle kalmayıp Netflix’te çok izlenen “Drive to Survive” gibi içeriklere yatırım yaptı. Gördüğünüz gibi sadece sayılar ve dereceler değil, insan hikâyeleri de kaçınılmaz ihtiyaç. Sanat ve medya da tıpkı spor gibi yaratıcılığın ve öngörülemeyenin hâlâ çok değerli olduğu endüstrilerden. Değer yaratmak, öngörülemeyen insan yaratıcılığına ve yeteneğine hâlâ fazlasıyla bağımlı. Fakat odağında optimizasyon olan yapay zekâ çağı bir tahmin edilebilirlik fetişizmi yaratmış durumda. Bu saplantıyla oluşan, geçmişin ardışık biçimde geleceği yarattığı gibi “de facto” bir yargı, olay ve olguları temsil eden verilerin, gerçekliği anlamak için kullanılan araçlar olmaktan çıkıp, gerçekliğin ta kendisiymiş gibi algılanma riskini oluşturuyor. Bu yanılsamayla yapay zekâya Laplace’nin Şeytanı gibi deterministik bir tanrı muamelesi yapmak gelecekte yaratıcılığın ve hayal gücünün etkisini ıskalamak demek. Yapay zekânın ceplerimize kadar girdiği bir ortamda, öngörülemeyenin talebi nasıl şekillenecek? Özellikle yaratıcı endüstriler gibi öngörülemezliği nispetinde değerli olan piyasalara baktığımızda merak ve ilhamın insanın ne denli vazgeçilemez bir ihtiyacı olduğu aşikâr. Spor gibi yaygın ve kolay anlaşılabilir bağlamda cereyan eden bu tartışmaların benzerleri sanat ve akademi dünyasını da kıskıvrak yakalamış durumda. Edebiyat, sinema, müzik gibi alanlarda üretilen içeriklerin oluşum sürecinde yapay zekânın insan faktörünü elimine etme olasılığı bilim ve girişimcilik alanlarında da tartışılıyor. Özgün ve sıra dışı fikir ve eleştirel düşünce bağlamında yapay zekânın insan zekâsını alt edip edemeyeceği konuşuluyor. Bu tartışmaların yakın zamanda son bulmayacağı açık. Fakat öngörülebilirlik çağında öngürülemeyenin çok daha değerli hâle geleceğini öngörmek de zor değil. Köşe yazarları tarafından burada paylaşılan görüşler, incturkiye.com’a değil, yazara aittir.Çok daha fazlası için Inc. Türkiye bültenlerine kaydolun.