Gün ışımadan maraton başlıyor. Akrep ve yelkovanın hızına yetişemediğimiz zamanlardan geçiyoruz. Gözümüzü açtığımız andan itibaren saatlerce mavi ışığa maruz kalıyoruz. İş, okul, etkinlik, spor, yemek, toplantı, kahve, kokteyl, alışveriş ve maç gibi programlar derken oradan oraya koşturuyoruz.Bu kaos içinde çoğu yanlış iletişim tohumu olan onlarca, hatta yüzlerce e-posta, mesaj, konferans görüşmesi, telefon konuşması arasında hiçbir konuya odaklanmamıza imkân vermeyen bir döngüye giriyoruz. Belki de kendi kendimizi bu sarmalın içine sürüklüyoruz. Herhangi bir işi hakkıyla bitirebilmenin haklı gururu âdeta hayale dönüyor. Zihnimizde fikirden fikre sıçramalar yaşanırken tahmin edeceğiniz üzere bunların çoğu da zikre dönemiyor.Sabah yazmaya başlayıp unuttuğunuz e-postanın, akşam trafiğinden nasıl kaçarım derdiyle bilgisayarı kapama telaşı esnasında karşınıza çıkması herhalde pek çoğunuza tanıdık geliyordur.Şirkete koştururken, spor salonunda coşarken, sanal toplantılarda kapalı kameraya sığınırken, Excel’in hücrelerinde sekerken, sunumları dinlermiş gibi yaparken hep başka bir planın uğultusu kulaklarımıza fısıldıyor. Tecrübe edilen her an, bir sonrakinin gölgesi altında kalmaya mahkûm oluyor.Her şeye yetişmeye çalışmak gerçekte yetişebileceklerimizi de kaçırmaktırHem iş hem de sosyal yaşantımızda daha rafine seçimler yapmamız, zihnimizin yüklerini azaltmamız gerekiyor. Sözlük anlamı “dikkatin sürekli olarak bir nesne veya konunun belirli bir yönü üzerinde toplanması; dikkat toplaşımı, yoğunlaşma” olan konsantrasyon, bugünün en zor yaşam ödevleri arasında en ön sıralarda yer alıyor. Tanımın içinden çektiğim süreklilik kavramı buradaki başarının kilidini açacak unsur. Seçici önceliklerimizi belirlemek ve konudan konuya geçmekten vazgeçebilmek, ihtiyaç duyduğumuz sürekliliğe en önemli destekçi rolünü oynuyor.Seçenek, talep, hedef ve beklentilerin hızla arttığı ve tanımının içine gizlendiği gibi hakikatin yerini duygu, inanış ve yanılsamaların aldığı bu hakikat sonrası (post-truth) çağda, aslında beynimiz de ruhumuz da zihinsel kalabalıklardan, zahiri mutluluklardan, dizayn edilmiş normallerden arınmak istiyor. Pek çoğumuz karşımıza çıkan her şirkette çalışmak, her başarıyı tatmak, her markadan satın almak, her mutfağı deneyimlemek, her ülkeyi gezmek istiyor. Fakat şöyle bir durup düşündüğümüzde aslında bu çoklu seçenek ve talep önermelerinin büyük bölümünün bugünün aşırı erişim imkânlarının bir sonucu olarak odağımızı bozan, zamanımızı kemiren anomaliler olduğunu fark edebiliyoruz. Berrak bir su gibi dingin ve yavaş akan bir zamana ihtiyaç duyuyoruz. Pareto ilkesi aşırılığın yolumuza serdiği kalabalığı dağıtmaya yardımcı olabilir mi? 80-20 kuralı olarak da adlandırılan Pareto ilkesi, çoğu durumda sonuçların önemli bölümünün (yüzde 80) etkenlerin sınırlı (yüzde 20) bir kısmından kaynaklandığını belirtir. Bu kural, arazi sahipliğinin dağılımına ilişkin yaptığı gözlem sonrasında, o dönemde İtalya’da nüfusun yüzde 20’sinin arazilerin yüzde 80’ine sahip olduğunu belirten İtalyan ekonomist Vilfredo Pareto’nun adından geliyor. Ekonomi ve iş dünyasında olduğu kadar sosyal hayatımızda da zaman yönetimi, odaklanma ve verimlilik açısından temel bir kılavuz görevi üstlenebilen Pareto, yeterince zamanı olmayan bizlerin hemen her alanda pusulası olabilecek bir nimet olarak baş ucumuzda duruyor. Kendi hayat koşturmacamda fazlasıyla benimsediğim bu ilkeyi, en geniş yelpazede hangi alanlarda uygulayabileceğimizi düşündüğümde hepimiz adına rahat bir nefes aldım. Bir çırpıda sayabilecek olursam gereksiz raporların azaltılması, alışkanlığa dönen toplantıların kısaltılması, poz amaçlı etkinliklerden uzaklaşılması, uzun zamandır giyilmeyen giysilerin yeni sahiplerini bulması, keyif almadığımız görev amaçlı sosyalleşmelerden emekli olunması gibi pek çok arınmayı söylerdim. Gidilmesi, yapılması, söylenmesi, tadılması, anlanması, gezilmesi, sevilmesi mümkün olmayan çoklamaları, en çok zamanımıza zenginlik katacak şekilde filtrelememizi sağlayacak. Beynimiz ve ruhumuz, “-mış gibi” lerin ağırlığını üzerinden atmanın rahatlığıyla içinde olduğu zamana odaklanacak.En kıymetli, geri döndürülemez sermaye: Zaman Bu yazıyı sabahın altısında iki seyahat koşturmacası arasında, enflasyon roketiyle fiyatı daha da yükselen havalimanı kahvemi içerken kaleme aldığım düşünülünce, bu dönemin zaman fakirleri olarak en büyük sermayemiz zamanı en doğru şeylere ayırmanın ne kadar kıymetli olduğunu bir kere daha bizzat kendim tecrübe ederek içselleştirdim. Prematüre çabalar bizi ne işimizde başarılı ne de hayatımızda mutlu kılabilir. Savrulmayalım, yapabileceklerimize odaklanalım. Köşe yazarları tarafından burada paylaşılan görüşler, incturkiye.com’a değil, yazara aittir.Çok daha fazlası için Inc. Türkiye bültenlerine kaydolun.